26 Aralık 2016 Pazartesi

ÖNÜM, ARKAM, SAĞIM, SOLUM İTALYAN: PIZANO PIZZERIA, AIDA - VINO E CUCINA VE VAGABONDO’S RISTORANTE PIZZERIA


Son zamanlarda tesadüfen de olsa rotam hep İtalyan restoranlarına düştü. Sıkı bir İtalyan mutfağı fanı olduğumu kesinlikle söyleyemesem de klasik tatlara kim hayır diyebilir ki? Üstelik butik işletmelerin bu konuda daha başarılı olduğu da bir sır değil. İtalya’daki muadilleriyle karşılaştırıldığında İstanbul sınırları içerisinde keşfedebileceğiniz birçok tatlı mekan bulabilirsiniz. Ben bunlardan yakın zamanda gitme fırsatını yakaladıklarımı kaleme alacağım.

PIZANO PIZZERIA:

Uzun zamandır faaliyet gösterse de ilk kez yakın zamanda gidebildiğim Pizano Pizzeria’dan bahsedeceğim ilk olarak. Ortaköy’ün kalabalığından uzaklaşıp sessizlik ve huşu içerisinde pizza yiyebileceğiniz minik ama çok tatlı bir mekan burası. Şehrin göbeğinde sesinizi duyurmak zorunda kalmaksızın sohbet edebiliyor olmanız da cabası. Küçük olması nedeniyle gitmeden önce rezervasyon yaptırmak akıllıca olacaktır. Envai çeşit pizza bulunduğu için ilk etapta seçim yapmak biraz zor olabiliyor. Müdavimi olan bir arkadaşımla gittiğim için seçim yapmam biraz daha kolaylaştı diyebilirim. Tercihimizi Salmone ve Quattro Stagioni’den yana kullandık ve ben pek zevk alarak tattım açıkçası. Pizzayı incecik hamurlu seven ve benim gibi minik porsiyon canavarı olan biriyseniz 20 cm’lik ve 30 cm’lik seçenekleriyle bu pizzalar sizi tavlayabilir. Özellikle bacon sever arkadaşlar için de pizza çeşitleri bulunmakta. Bir dahaki sefere tatmak istiyorum açıkçası. Kokoreçli pizzaları da aklımın bir köşesinde. Deneyeceğim muhakkak. Şarabı ise çömlek bardaklarda servis etmeleri ise mekanın tam da salaş tasarımına uyuyor. Bu detayı pek sevdim. Aile işletmesi olması nedeniyle mesafeli fakat oldukça sıcak karşılanıyorsunuz. Rahmi Bey tam da nev-i şahsına münhasır dedikleri cinsten biri. Titizlikle ve özenle işlerini yaptıkları her hallerinden belli oluyor. Pizzamın ufak bir kısmını bitiremediğim için bana kızmış olabilir ama ondan pek emin değilim :) Porsiyon açısından dünyaları yiyemediğim için tiramisularını deneyemedim. İlk fırsatta tadacağım. Fiyatlar muadillerine nazaran bir tık fazla gelebilir. Fakat fiyat performans açısından buna değdiğini düşünüyorum.

AIDA – VINO  E CUCINA:

Aslında ilk hedef İtalyan Mutfağı Haftası kapsamında "VENI MANGI BEVI" GECESİ’ne entegre olmaktı. Hatta snob bir sommelier gibi şarap tadım olaylarına girmek eğlenceli olabilirdi :p Şakayı bir yana bırakacak olursak Moda bölgesinde romantik akşam yemeklerini taçlandıracak cinsten bir yer burası. Özellikle bahçe kısmı dekoratif anlamda sizi rahatsız etmeyen fakat bir o kadar da vintage ruhu olan dolayısıyla da keyifli bir alan. Fakat mekana girmeden önce zile basıp içerideki görevli kişilerin sizi duymasını bekliyorsunuz. Manasız bir handikap bana kalırsa. Yine de atmosferin cezbediciliği bu durumu bastırabiliyor. Şık ve casual tanımının hakkını veren renkler, piyano detayı -o gün denk gelmesem de faal olarak kullanılıyormuş-, ambiyans beni kendine çekti diyebilirim. Çalışanlar oldukça ilgili ve kararında bir şekilde müdahalede buluyorlar. Başlangıç için "Kabak Çiçeği Kızartması" ile "Peynir Tabağı" ve 1 şişe de Vino Dessera Blush söyledik. Baharatlı domates sosu ikramı yapıldı. Hatta gece boyunca birkaç kez daha duyacağım "Neden yemiyorsunuz, yoksa beğenmediğiniz mi?" sorularına maruz kalacağım ana tekabül ediyor bu :) Başlangıçlar benim için yeterliydi fazlasıyla ama peynir tabağındaki peynir çeşitleri artırılabilir benim gibi peynir delileri için. Çalışan arkadaşların başlangıçları servis ederken minik detaylar vermeleri oldukça hoştu. Ana yemeğe sıra geldiğinde ise söz konusu arkadaşımız gecenin en havalı ikinci yemeği şeklinde bir girizgah yaptı. Birincisi Mürekkep Balıklı Spagetti’ymiş. Venedik’te alelade bir restoranda tadıp pek de beğenmediğim için benim çok da ilgimi çekmedi bu durum. Sunumunun fazla marjinal olduğunu düşünüyorum hala :) Biz ise tercihimizi Porcini Mantarlı Risotto’dan yana kullandık. Ve ben özellikle risotto’nun kıvamına ba-yıl-dım! Fakat tümünü bitiremediğim için bahsettiğim "Yoksa beğenmediniz mi?" sorusunu birkaç kez duymanın yegane sebebi buydu. Kuş kadar yemek yiyip doyan insanlardan iseniz porsiyon oldukça büyük gelecektir. Bu sorular biraz bunaltsa da beni çalışan arkadaşların memnuniyet sağlamak adına böyle bir tavır içerisinde olduklarını düşünüyorum :) Bir dahaki sefere başlangıçlardan çok daha fazla tatmayı düşünüyorum. Özellikle Keçi Peyniri Tempura ile Patlıcanlı Parmigiana’yı deneyeceğim. Fiyat açısından Moda’daki muadillerinden çok da farklı değil. Hatta aynı fiyatlar göz önüne alındığında lezzetli yemeklerin yanı sıra güler yüzle uğurlanmanız da artı bir durum.


VAGABONDO’S RISTORANTE PIZZERIA:

En son 2013 yılında gittiğim (Swarm’dan ayrıca kontrol ettim) Vagabondo’s Ristorante Pizzeria’ya tamamen tesadüfen yeniden yolum düştü. Bir zamanlar sıklıkla gittiğim için aslında ne kadar özlemiş olduğumu da hatırladım bu vesileyle. Bilenler bilir. Burası lokasyon açısından çok kenarda köşede kalmasa bile çoğunlukla sessiz ve sakin olmasıyla ön plana çıkar. Yaz dönemlerini hesaba katmaksızın elbette. Bu özelliği de beni hep kendine çekmiştir. Rahatça yemeğinizin tadını çıkarabilir, şarabınızı yudumlayabilir hatta kışın şömine kenarında keyif erbaplığı yapabilirsiniz. Hazır Noel de gelmişken küçük ama şirin dekoratif detaylarla kendinize ait bir zaman dilimi yaratabilirsiniz. Genelde üst katını daha cezbedici ve rahat bulduğum için doğrudan oraya yönlenmenizi gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim. Minik bir balkona açılan ayrı bir kısmı da olduğu için burada vakit geçirmek daha eğlenceli olacaktır. İstanbul’daki belki de en eski İtalyan restoranlarından biri olduğu için mutlaka şans verilmesi gerekli diye düşünüyorum. İnsanın saatlerce vakit geçiresi geliyor çünkü burada. Calzone pizzasını, dört peynirli pizzasını ve pizza capricciosa’sını denemeye değer diye düşünüyorum. Fiyatların Yeniköy civarındaki diğer mekanlar ayarında olduğunu söyleyebiliriz. Sessiz sakin anlarına denk gelindiğinde uzun saatler huzur içinde çalışmaya çok müsait bir ortam vadettiğini de eklemeliyim. 

2 Kasım 2016 Çarşamba

SEVDALIZA (GÜNEŞİN KADINLARI) KONSERİ @BABYLON // 02.11.2016

İranlı müzisyen Sevdaliza, dün gece ilk kez biz İstanbullu müzikseverlerle buluştu. Kendisini tam olarak ne zaman keşfettiğimi hatırlamıyorum ama hazır ülke sınırları içerisine girmişken gidip dinlememek olmazdı. Fazlasıyla melankolik ve bir o kadar da mistik bir müzik icra ettiğini düşünüyorum. Tatlı bir hüzne sevk eden müzikleri hep sevmişimdir. İran’da doğup Hollanda’da büyümesinin müziğini de etkilediğini düşünüyorum açıkçası. Zaten farklı kültürel deneyimleri yaşamasının müziğine olan etkisini de pek gizlemiyor.

Kendisi The Suspended Kid, Children of Silk gibi EP’ler yayınlamasının yanı sıra "The Formula" adlı kısa filmde acting hünerlerini de sergiledi desek pek yalan olmaz :) Gelelim konsere...

Sevdaliza ile ilgili edindiğim ilk izlenim kesinlikle dinginlik konusunda master yapmış olduğu yönünde. Normal hayatında bu denli sakin midir bilemiyorum ama yumuşak dokunuşlu vokalinin var oluş sebebini buna bağladım ben. Buna karşın seyirciyle iletişim kurma şekli oldukça sıcak geldi bana. Ne çok uzattı ne de çok ihmal etti. Bir yandan Azerbaycan kökenli olduğunu dile getirip yeme içme konusunda ne kadar benzer olduğumuzu dile getirince "Sen de mi Brütüs?" demek istedim kendisine :) Hatta konser sonrasında dışarıdaki sohbetlere kulak kabarttığımda Türkçe şarkı söylemesini isteyen bir grup bile vardı. Gerçi bu arkadaşlardan bazıları kadının sporcu geçmişi dolayısıyla gelişmiş kas yapısıyla alakalı dalga geçmekten de geri kalmadılar. Kimisi çok seksi bulmuş da kimisi feminen bir yön bile görememiş de. Bunun goygoyu illa ki yapılır da bu tarz bir eleştiri yapmadan önce arada aynaya bakmak da gerekiyor diye düşünüyorum :)

Sevdaliza’nın naif enerjisini çok sevdiğimi de eklemeliyim. Ayrıca Bursa’dan konser için kalkıp gelen Alihan’a yaptığı jest de takdire şayandı :) ''Alihan burada mısın?'' deyince birkaç fake Alihan’ın buradayım demesi de pek komikti :)

Sevdaliza ve grubu, "That Other Girl", "Marilyn Monroe", "Haunted" gibi şarkıları çalarak gönlümü kazansalar da ''Backseat Love''ı ve benim çok sevdiğim ''Taste''i performe etmemeleri biraz hayal kırıklığına uğrattı beni. Toplam bir saat kadar sahnede kalsa da konser tam tadında sona erdi. Bis yapma evresinde pek de nazlanmayıp Donnie Darko’nun soundtrack’indeki ikonik parça Mad World’ü icra etti. Hatta bir ara lirikleri unutunca kendini trolledi diyebilirim ahahaha!


Velhasıl konser beklentilerimi olması gerektiği düzeyde karşıladı. Babylon’un Güneşin Kadınları konser serisiyle de yine güzel bir ivme yakaladı desek yalan olmaz. Darısı diğer konserlere...

27 Eylül 2016 Salı

İSTANBUL COMICS & ART FESTIVAL VS. KADIKÖY PLAK GÜNLERİ


Sonbaharın gelmesiyle birlikte şehrin yeniden canlanması an meselesi olunca soğuk havadan haz etmeyen benim gibi insanların bile içine bir kıpırtı düşüyor. Herkesin malumu olduğu sebeplerden ötürü yaz dönemi özellikle müzik festivalleri açısından pek verimli geçmemişti. O yüzden yeme-içme konseptli festivaller şu sıralar pek revaçta. Yine de bunlar arasından sıyrılmayı başaran ayrıksı bir çalışma var ki hepimizin üzerinden ölü toprağının atılmasını bir nebze olsun sağladı. 23-24-25 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirilen İstanbul Comics & Art Festival, çizgi roman sevdalılarını, graffiti severleri bir çatı altında toplayarak Eylül’e veda etmemizi kolaylaştırdı.
Toplamda Sergi, Animasyon, Graffiti, Workshop gibi bölümlerden oluşan organizasyon, çizgi roman dükkanlarını, mizah dergilerini, bağımsız yazarları, kreatif oluşumlarını ve yayınevlerini bir araya getirerek oldukça interaktif bir platformu biz katılımcılarına sundu.
Festivalin son gününe teşrif etmiş biri olarak ilk iki günü sadece sosyal mecralardan takip edebilme şansım oldu. Pazar günü olmasına karşın oldukça yoğun bir katılım vardı. Buna rağmen kimsenin birbirini ezmeden stant stant rahatça gezebilme şansının olması benim gibi eserikli insanlar için büyük bir nimetti açıkçası. Bunu fırsat bilip hemen stantların arasında kayboldum. Guillaume Apollinaire’e olan aşkım dolayısıyla tipografiye hep ilgi duymuşumdur. O yüzden Typo Bak tarafından ücretsiz nüshaları da tedarik edilen çizimleri ayrı bir yere koymak istiyorum. Çalışmalarını incelerken baya keyif aldığımı söylemeliyim.

Dijital olanaklardan yararlanmaktansa tamamen eski usul analog basım anlayışını hala ayakta tutan bir fanzin olan Heyt Be!’nin verdiği emek gerçekten takdir-e şayan. Kendileri çok içten ve ürettikleri işleri tanıtma konusunda oldukça davetkarlar. Hatta zaman zaman müzik dinleme etkinlikleri yaptıklarını belirterek talep etmeniz halinde sizi mail listesine hemen oracıkta ekliyorlardı. İşlerini buradan takip edebilirsiniz: http://heytbefanzin.com/

Müth(ü)ş eserim :p
Workshop’lar festivalin yaratıcılık açısından en can alıcı kısmıydı herhalde. Hatta bazı çizimlere baktığınızda "Ben ne kadar yeteneksizim yahu" diye düşüncelere gark edebiliyordunuz. Elimde pembe renkli bir marker kalemle bir şeyler çizmeye çalışırken aynı tepkiyi yanımdaki arkadaşlardan da duyunca bir rahatlama olmadı değil hani :) Aktif bir katılımdan ziyade daha çok turlama şeklinde bir deneyim oldu benim için. Pek pişman olduğumu söyleyemeyeceğim :)

Festivalin Pazar gününe en yakışır konsepti benim için kesinlikle havuza karşı yayılmacalı animasyon izleme keyfiydi. Hatta festivale gitmeden önce bile bu anı hayal ediyordum ne yalan söyleyeyim :) Festivale öğleden sonra gittiğim için yakalayabildiğim animasyonlar Scream, A Coat Made Dark ve Sezen Aksu/Kalaşnikof oldu. Hepsini ciddi bir konsantrasyonla izlediğimi iddia edemesem de festivale minik bir dinlenme arası vermek adına ayaklarımın rahata kavuştuğunu rahatlıkla söyleyebilirim. O esnada sigaranın ne kadar zararlı olduğuna dair klişe bir konuşma gerçekleştirmiş olmamızın etkisi de olabilir bu. Bilemiyorum Altan. 

Festivalle eş zamanlı seminer programları da yapılıyordu ve benim bulunduğum saatlerde İlban Ertem’in Puslu Kıtalar Atlası Yaratım Süreci ve Edebiyat Uyarlamaları başlıklı semineri meraklılarıyla All Saints Kilisesi’nde buluştu. Ben biraz üşengeçlik edip gitmedim ama giden arkadaşlar muhakkak keyif almışlardır diye düşünüyorum.
Festival alanını yeterince hatmettiğime kanaat getirdikten sonra coğrafi avantajdan faydalanıp Kadıköy Plak Günleri’nde buldum kendimi bir anda. Ücretsiz olması dolayısıyla olabildiğince kalabalık bir kitle vardı. Zeki Müren’in 20. ölüm yıldönümü olması nedeniyle bir ara Zeki Müren şarkıları da duyduk. Kalplerimiz o eşsiz sesiyle birlikte hüzünlense de hep birlikte o duyguyu yakalamak çok naif bir andı. Batmayan Güneş belgeselini izlememle aynı güne denk gelmesi de ayrıca enteresan bir anı oldu benim için. Ağlamıyorum amca, gözüme toz kaçtı da...
Plakları karıştırırken Lionel Richie’den, Björk’e Metallica’dan Alice In Chains’e kadar bir sürü isim elime geçti sanırım. Hatta bir ara gözüme Break Dance Party plağı bile ilişti :) Her ne kadar plaklar arasında kaybolmak çok zevkli olsa da ayaklarımın beni faka bastırması artık bir mola vermem gerektiğini gösteriyordu. Sundaze #relaunch'a da gitmeye niyetlenmiştim ama Kadıköy-Galata arası mesafe gözümde çok büyüdü o anda. Artık bir dahaki sefere :) 












11 Ağustos 2016 Perşembe

DİREK ÜZERİNDE RAKS EDEN BİR ROCK STAR: CLEO THE HURRICANE!

Pole dance ifadesi zikredilir zikredilmez gözünüzde yalnızca Barney Stinson’ın stripper nişanlısı Quinn canlanıyor ya da "Ne kadar da bayağı bir dans janrı bu yahu!" şeklinde sığ düşüncelere gark ediyorsanız muhtemelen koca poponuzu oturduğunuz yerden kaldıramayanlardansınız. Diğer dans janrları arasında konservatif bakış açılarına her daim maruz kalan, itilip kakılsa da sevenlerinin ve icra edenlerinin Guy de Maupassant’vari bir bakış açısıyla "Hadi oradan Mademoiselle Fifi" deme cesaretini gösterdiğini bir mecradan bahsediyoruz neticede. Dünya üzerinde "pole dancer" olarak aktif olarak faaliyet gösteren birçok kadın ve erkek dansçı olmasına karşın bunların arasından kendini ve şovlarını rock’n’roll ruhuna adayarak sıyrılan bir isim görüyoruz: Cleo the Hurricane!

Kendisine pole dance alemlerinde rock star denmesinin birkaç sebebi var elbette. Röportajlarında da ısrarla üzerinde durduğu üzere Guns N' Roses’la "No Trickery" turunun Vegas ayağında performansını sergileme şansını elde etmiş olmasını yaşadığı en büyük deneyim olarak nitelendiriyor. Nasıl değerlendirmesin ki? 90’lara yetişmiş her kadının bir şekilde hayranlık duyduğu Axl Rose’un gül cemali bile böyle düşünmesi için yeterli bir faktör! 2011 yılında Miss Pole Dance Australia’da sadece yarım puanla birinciliği kaçırdığı rutininde çalan şarkının yine kallavi abilerimizden oluşan Scorpions’ın "Rock You Like A Hurricane"i olması da bu şartlar altında pek tesadüf değilmiş gibi görünüyor.

Rock chick olmasının yanı sıra çalışkanlığını da konuşturan Cleo the Hurricane, ayrıksı pole dance eğitmenlerini, profesyonelleri ve amatörleri tek bir çatı altında topladığı Cleo’s Rock’n’Pole adlı bir topluluk yaratmaktan da geri kalmamış. Hatta bu geek olma mevzusunu Rocking’Legs N Abs adlı DVD’si ile de tescillemiş bir nevi. Kendini pole dance açısından fitness şampiyonu olmaktansa show girl olarak tanımlayan Cleo the Hurricane’in seveni olduğu kadar sevmeyeni de mevcut. Fakat rock’n’roll dünyasına beslediği sevgiyi hayata geçirmiş olması açısından fazlasıyla cool olduğunu düşünenlerin sayısı hiç de az değil. Hamileyken dahi bir direğin dile gelmesini sağlayan bir kadından bahsediyoruz. Cool olmak için daha ne yapsın amuda mı kalksın diyeceğiz de işte onu da yapıyor bu Allahsız!

Rock’n’roll’la pole dance’in yaşadığı açık ilişki çoğu insanın kafasında The White Stripes’ın I Just Don’t Know What To Do With Myself videosu ile canlansa da mevzu bahis pole dance olduğunda Kate Moss’tan kat be kat yetenekli isimlerin olduğu da su götürmez bir gerçek. Ama Kate Moss’un enerjisini de yabana atmamak lazım pek tabii. Bebek o bebek!

Cleo the Hurricane’in reel anlamdaki şampiyonluklarının yanı sıra tam bir workshop ve tutorial şampiyonu olduğunu da eklememiz lazım. Ola ki çakma celebrity’ler yüzünden trend olmasının ötesinde pole dance’e ilgi duyarsanız Cleo’s Rock’n’Pole’un en az Cleo the Hurricane kadar çılgın kadınlarından bir şeyler kapabilirsiniz. Ama yok ben otururum paşalar gibi bir direk etrafında raks eden güzel kadınları hayranlıkla izlerim derseniz güzel birkaç video paylaşabiliriz. Sonuçta insanlık ölmedi değil mi?

Here it comes!

Outfit’iyle bile yürü be kızım diyebileceğiniz Cleo the Hurricane’in meşhur performansı. Devil horn’ları alalım.


Klasik pole dance tavrını sevenler için olduğunu söylemek zor biraz ama show girl olayına kim hayır der ki?


Cleo the Hurricane’in cool olma sebeplerinin vücut bulmuş hali gibi sanki ne dersiniz?

Bonus olarak: 

Underrated bir şarkı ve yumuşak dokunuşlu bir rutin. Hem de Cleo’s Rock’n’Pole’ün eğitmenlerinden olan Jordan Kensley’nin ellerinden çıkma. İnsan daha ne ister ki allasen? 

24 Haziran 2016 Cuma

LEHÇE DERSLERİNE GİRİŞ MAHİYETİNDE DİNLENESİ 5 İSİM VE TEKLİLERİ!


1- F.O.R.X.S.T.: İsmine ve sunduğu görsellerdeki ergenlik etkisine takılmayacak olursak F.O.R.X.S.T’yi Polonya’nın trippy müzikal kaygılar açısından fazlasıyla bereketli topraklarından çıkan en ayrıksı isimlerden biri olarak tanımlayabiliriz. İsminin google’lanamaması için elinden geleni ardına koymadığını düşündüğüm bu gencin "Abi ben çıkarım babalar gibi müziğimi yaparım, kimse de a.k.a. işime burnunu sokamaz" tavrına sahip olabileceği fikri de pek uzak gelmiyor hani. Dış monolog yapan hayal gücümü bir tarafa bırakacak olursak yukarıdaki cümlede haklılık payı olabileceğini yaptığı müziğe duyduğu güven dolayısıyla kafamda kurgulayabiliyorum. Dinlemeye değer çok fazla seti ve track’i olmasına karşın uluslararası müzik sahnesinde dikkatleri üzerine Awake single’ı ile çektiği de bir gerçek. Gününüz kötü mü gidiyor, hayat istediğiniz yönde seyretmiyor ya da şekillenmiyor mu? Sevgiliniz size tekmeyi koydu mu? Üzülmeyin. Awake bunların hiçbirinin düzeleceğini vaat etmiyor zaten. Yine de şans vermeye değer yahu! Bir daha mı geleceğiz dünyaya?



2- JUTRØ: The accidental poet, FOHM, SOHO Palace gibi youtube kanalları da olmasa yeni şeyler keşfedemeyeceğiz bu gidişle. Underground’lığın dibine vurup sadece sosyal medya kanalları üzerinden ulaşılabilen gizemli grupları, producer’ları hep sevmişimdir. Açarsın Chrome’u bakarsın iki kalem edilmiş mi böyle güzel müzikler yapan insanlar hakkında diye. Ama nerede heyhat! "Ellerim bomboş, yüreğimde bir sızı" lirikleri soundtrack’in olur, kalan sahalar bizimdir diyerek var olan birkaç materyali sevmeye devam edersin. Polonya’nın deneysel müzik söz konusu olunca hayal kırıklığına uğratma ihtimali internette kedi videosu görmeme ihtimaline eş değer benim nazarımda. O yüzden CZELUŚĆ VOL.#1 adlı toplama albümde de   kendine yer bulan bu nadide tekliyi dinleyin, dinletin. Hatta gaza gelip videosunu da izleyin. "Everything is too late" diye mırıldanmayanı, soyunup   ormana gitmeyi planlamayanı dövüyorlarmış.



3- KA-MEAL: Polonya’dan çıkan en hüzünlü melodilere sahip proje bu olmalı gerçekten. Öyle depresyona sevk etmeyen, içinizi tatlı tatlı yiyen cinsten bir hüzün bu ama. Ona göre hazırlıklı olun. "Ben zaten hali hazırda mutsuz bir insanım ama mutsuzluğumla da barışığım yahu" diyebilenlere hitap ettiğini ilave ederek günlük spoiler verme görevimi de yerine getirmiş olayım. Enstrümantal tatlara da açıksanız şayet huzur dolu hüzünlerden hüzünlere -ki o da nasıl oluyorsa- seyahat etmenizi sağlayacak olan parçayı sizin için seçmiş buluyorum. Ka-Meal’in elinden çıkma Autumnlove, I don’t Believe You, I Need You, Remember My Face gibi isimlerinden de anlaşılabileceği üzere tam bir sevgi kelebeği tadındaki şarkılardan sevgili Always Told The Truth! Seni seçtim Pikachu!


4-  DA VOSK DOCTA: Bu akşam hüzünleri evde bıraktım tadında mısınız? İçim bayıldı biraz da şöyle groovy bir şeyler öner de neşemizi bulalım tribine mi girdiniz? Vücudunuzun kendiliğinden hareket etmesini sağlayacak bir single var elimde hadi yine iyisiniz. Yukarıda saydığım isimlere nazaran daha zıpır bir müzik peşinde olan, kendini independent urban/bass producer olarak tanımlayan sevgili arkadaşımızın tam bir beat canavarı olduğunu söylesek pek de abartmış olmayız. Polonya underground rap alemlerinde de hatırı sayılır bir ünü olduğunu düşünecek olursak kendisinin bir tık daha eklektik sularda yüzdüğünü iddia edebiliriz. Seversiniz sevmezsiniz bilemem ama Da Vosk Docta’nın Leh müzik dünyasında enteresan bir tavrı olduğu da kesin şimdi onu kabul edelim. Videodaki Nike logosuna takılıp hayal dünyanızda obsesyon yaratmayın aman diyeyim. Ya da yaratın banane yahu!



5- MYSTXRIVL: Hali hazırda Andain’in Beautiful Things’ini sevenlerdenseniz size yine aynı single’ın başka bir versiyonunu seve seve önereceğim. Zira CZELUŚĆ adlı plak şirketinin gediklilerinden olan MYSTXRIVL, bu güzel şarkıyı kalbinizle ruhunuzu şeytana satmanıza yol açacak güzellikte bir mix’le karşımıza çıkarıyor. Hadi o kadar abartmayalım ama kendisinin dinlenesi cinsten bir iş çıkardığını da görmezden gelmeyelim. Tıpkı F.O.R.X.S.T.’te olduğu gibi isim sorunsalına takılmaz iseniz ön yargısız, sorgusuz sualsiz şarkıyı benimseyebilirsiniz. Hatta Andain’in kadife yumuşaklığındaki vokalini hiçe saymayan, yeni ve dingin bir erkek vokalle de şarkının ne kadar güçlü olduğunu anlayabilirsiniz gibime geliyor. Velhasıl Polonya topraklarından çıkan bu isimleri sevelim, hatta hiçbir fikri olmayan eşimize, dostumuza da sevdirelim. Maksat müzik dünyasına katkımız olsun değil mi ama?

























21 Nisan 2016 Perşembe

AŞİNA OLMADIĞINIZ CİNSTEN BİR ROMANTİZMİ KALBİNİZDE BULDUĞUNUZ, YÜREĞİNİZDEKİ DİKEN GİBİ BİR ŞEHİR: VENEDİK!

Bir edebiyat akımı dışında da tutum olarak romantizmi benimseme yetisi olmayanları dahi romantizmin kollarına itiverecek olan, zaman zaman sularla çevrili kanallar arasında mahsur ve kapana kıstırılmış gibi hissetmenize yol açabilecek, yine de eşsizlik hissiyatını bünyenize yaşatabilecek güzelliklere sahip, Thomas Mann’ın kutsal bir mersiye tadındaki Venedik’te Ölüm’ü uğruna atfettiği bir şehir Venedik. Turistik destinasyon açısından popülerliğini her daim korumuş olan bu nadide şehri keşfetmeden İtalya sınırlarından çıkmak şüphesiz büyük bir kayıp olacaktır.

İtalya’nın kuzey doğusunda konumlanan bu eşi benzeri olmayan şehir, kanallarla birbirinden ayrılmış ve zenginlik konusunda dünyanın birçok şehriyle yarışabilecek nitelikteki çeşitli köprülerle birbirine bağlanarak karadan uzak olma mefhumunu insana yaşatma konusunda fazlasıyla cüretkar bir tavır sergiliyor. 118 adacık üzerine kurulu bu şehir, Unesco’nun Dünya Miras Listesi’nde yer almaktan da geri kalmıyor.
Fazla destansı oldu değil mi? :)


Venedik topraklarına ayak basmak için kullanabileceğiniz en sağlıklı yöntemlerden biri Trenitalia ile yapacağınız yolculuk olacaktır. Zira havaalanında yaşama lüksüne sahip olmadığınız duyguları hem daha nostaljik bir şekilde trenle yaşama zevkine varabilir hem de karşınıza ilk çıkan sahnenin etkileyiciliğinde kendinizi kaybedebilirsiniz. Karşılaştığınız bu ilk görüntü Santa Lucia Tren İstasyonu’na ayak basar basmaz gün batımıyla da karşılaşma ihtimaliniz varsa tatlı bir hissiyata varan heyecana doğru raks etmeye başladığınızın resmi oluyor. Vaporetto’ların kulağınıza şehrin ritmini fısıldayan sesleri, kalabalığın bir an önce keşfe çıkmak için yüzlerinde beliren tatlı telaşı içinizi kaplayıveriyor o anda. Vaporetto’larla seyahat edebileceğiniz gerçeğinin en güzel yanı şehrin herhangi bir noktasına bu vaporetto’lar sayesinde dilediğiniz şekilde gidebiliyor olmanız ve bu esnada da yaşadığınız güzelliğin tadını rahatça çıkarabiliyor olmanız.

Zahmetli yanı ise bu minik vapurcukların bütün bu duraklar arasında tam bir zikzak anlayışıyla duruyor olması. Bir noktadan sonra artık her yer tanıdık gelmeye başladığı için canınız bir tık sıkılabiliyor. Yine de taksiler oldukça fahiş fiyatlarda olduğu için bu vaporetto’lar daha makul bir seçim teşkil etmekle birlikte diğer turistlerle de tanışmak için güzel bir fırsata dönüşüveriyor. Ama ben kalantor insanım ve öyle lüksümden falan da ödün veremem diyenlerdenseniz alışılagelenlerden bir hayli farklı olan bu taksilerden de faydalanabilirsiniz. Floransa’nın içi bayık aurasından çıkan bizler için Venedik’in ilk görünümü ilaç gibi gelmişti resmen :)

Konu para mevzuundan açılmışken Venedik konumu dolayısıyla ve ulaşımın zahmetli olması nedeniyle diğer Avrupa kentlerindeki gibi çok fazla hostele ev sahipliği yapmıyor. Bunun yerine çoğunlukla tercih edilen otellerin yanı sıra kanallara yakın mesafede inşa edilmiş yapılarda konaklamak da bir seçenek olabiliyor. Daha farklı bir deneyim yaşamak isterseniz yatta kalma seçeneğini gibi alternatifler de karşınıza çıkabiliyor. Hem maddi kaygılardan ötürü hem de farklı ülkelerden gelen insanlarda tanışmanın verdiği cezbedici anlayış nedeniyle kardeşim (Seda) ve ben tercihimizi hostelden yana kullandık. Sunny Terrace adlı bu hostel şehir merkezine biraz uzak bir konumda yer almakla birlikte Venedik’te bulunduğumuz tarihlerde resmen hayalet hostel tadındaydı.
Her şeyin creepy gelmesi bizi biraz rahatsız etse de adının hakkını verircesine şehrin bulunduğu kısmı ayaklarınızın altına seren şahane bir manzarası vardı. Hatta bu tip yapılarda kalmayı tercih ederseniz alışverişinizi yapıp küçük çaplı bir barbekü partisi bile yapabilme olanağınız olabiliyor. Bizzat gördük ondan diyorum :) Konaklama ile ilgili ve genel olarak en dikkat çekici olumsuz nokta ise ciddi anlamda sivrisinek saldırısına maruz kalabilme şansınızın çok yüksek olması. Gitmeden sivrisinek savarvari bir spreyin alınması yapılacak en akıllıca hareket olacaktır. Zira bu durum Milano gibi ülkenin diğer şehirlerinde de baş gösterebiliyor.

Floransa, Milano ve Roma gibi İtalya’nın en fazla rağbet gören şehirlerini gezmiş biri olarak gastronomik anlamda sizi çok farklı şeylerin beklediğini vadedemem. Adım başı karşılaşma ihtimalinizin olasılık bilimini dahi küstürecek cinsten olan Ristorante Pizzeria’ların varlığı kilo almama lüksünüzün olmadığının birer kanıtı gibi adeta. Aloe vera gibi sıra dışı aromalarla kotarılan dondurmalardan tutun da daha klasik tatlar olan limon, çilek, fıstık aromalı gelato’larla hasbıhal etmenin özellikle yaz aylarında seyahat programını gerçekleştiren kişiler için faydalı olacağını düşünüyorum.
Özellikle zamanınız kısıtlıysa ve gerçekten memnuniyet duyarak ayrılmak istediğiniz bir restorana ihtiyacınız varsa lokasyon açısından pek merkezi olmasa da Trattoria ai Cacciatori adlı restoranı sizlere önermek isterim. Zaten St. Marco’da muhakkak bir şeyler tadacağınız için kendinizi turistten ziyade gezgin olarak hissetmenizi sağlayabilecek duraklardan biri burası. Giudecca adasında konumlanan, vaporetto’ları kullanmak suretiyle Palanca durağında indiğinizde hemen sizi karşılayan ve kalabalıklardan uzak inzivaya çekilebileceğiniz bu restoran, inanılmaz güler yüzlü ve yardımcı olduklarını düşündüğüm personelleri bünyesinde bulunduran, inanılmaz lezzetli makarnalar (özellikle ev yapımı kalın hamurlu makarnaları tercih ederseniz gastronomik bir orgazma ulaşabilirsiniz) ve lazanyalar yapan saklı bir cennet gibi. Hilton’a çok yakın mesafede olduğu için olur da o bölgede kalırsanız aklınızda bulunsun.
Şarapseverler için en doğru seçim olan ülkelerden biri olan İtalya’nın diğer birçok kentinde olduğu gibi restoranların ev sahipliğini yaptığı kırmızı, beyaz ve blush gibi envai şarabın mevcudiyeti Venedik’teki restoranlarda da kendine yer buluyor. Biz tercihimizi blush’tan yana kullandık ve o kadar leziz bir şarabı İtalya sınırları içerisinde bir daha tadamadık maalesef. Adını hatırlayamamam ise büyük handikap. Hatta biraz dedikodu yapalım mı? :) Enfes yemeğimizi yerken yan masadaki bir çiftin gözlerini süze süze bariz bir şekilde dedikodumuzu yapması da baya salakçaydı. İtalyanca konuşmalarına rağmen vücut dillerinden bunu çok rahat anlayabiliyorduk. İnsanlar tuhaf gerçekten :)
Fakat garsonlar çok ilgililerdi ne yalan söyleyeyim. Türkiye’den geldiğimizi söylediğimizde baya şaşırdılar ve gözlemlediğimize göre bize bir tık daha fazla ilgi gösterdiler. Bir turist olarak bunu size hissettirebilmeleri önemli gerçekten. Bunun yanı sıra Venedikli işletmecilerin eli yüzü düzgün, ortalama herhangi bir restorana girdiğinizde yemek sonrası mutlaka likör ikramında bulunmak gibi bir gelenekleri mevcut. Özellikle çok popüler olan limoncello, mirto gibi likörleri tatmadan ülkeye dönüş yapmanız neredeyse imkansız gibi. Zaten bu restoran bazında konuşacak olursak İtalya seyahatimiz süresince en kibar garsonlarla burada karşılaştık diyebilirim çünkü İtalyan insanı olabildiğince kaba. Bize denk gelenlerin %95’i de böyleydi gerçekten. Mübalağa etmiyorum. Her neyse. Bu likörlerin yanı sıra amaro ve amaretto gibi likörler de turistler tarafından en çok rağbet edilen alkoller arasında yerlerini alıyor. Alkolden söz açılmışken Aperol Aperitivo’yu bu listeye eklemesek olmaz. Adı üzerinde aperatif alkol niteliğinde olan bu alkol, yemek öncesi iştahı kabartması açısından en çok tercih edilen içecekler arasında kendine yer bulmakta zorluk çekmiyor. Ama bana sorarsanız çok da bayıldığım bir şey değil normalde de. Herhangi bir restoranda 2 kişilik doyurucu bir yemek yemeniz için ödemeniz gereken bedel genellikle kişi başı 25-30 Euro civarında oluyor. Lüks parametrenize göre değişkenlik gösterebilecek bu meblağ, diğer ülkelere nazaran popülaritenin de vermiş olduğu yetkiye dayanarak nispeten daha fahiş olabiliyor. Cafe ve restoranlar söz konusu olduğunda ilk akla gelen, St. Marco’nun en önemli sembollerinden biri olan Café Florian, sırf etkileyici kıyafetleriyle sizlere hizmet eden garsonları yüzünden bile görülüp bir espresso içmeye değecek cinsten bir yer. Fiyatlar Venedik’in genelinde olduğu gibi pek cüzi miktarda değil açıkçası. Yine de oraya kadar gitmişken bir kahve içip soluklanıp "oh, dünya varmış" demeden geri dönmek pek akıl karı olmayacaktır.

Turistik hareketlere girişmek istiyorsanız soluklanacağınız ilk durak kesinlikle Piazza San Marco (San Marco Meydanı) olmalı. San Marco Bazilikası, Sansavino Kütüphanesi, her Avrupa kentinin olmazsa olmazı Saat Kulesi gibi en fazla rağbet gören tarihi yapıları görebilme şansınız olacaktır. Ve yine çok da uzak bir mesafede konumlanmayan Venedik’in belki de en ünlü köprüsü olan Ponte di Rialto’yu (Rialto Köprüsü) da yine çok ciddi bir zaman harcamaksızın görme ve deneyimleme olanağınız olacaktır. Şanssız olmalıyız ki mevzu bahis bu köprü İtalya seyahatimiz esnasında da birçok kez karşılaştığımız restorasyon sorunundan nasibini almıştı. Hevesimiz birazcık kırılsa da Venedik tam bir köprüler geçidi olduğu için bu sorun üzerinde pek durmadık. Adım başı köprüye rastlamanız işten bile değil zira.

Venedik’in en büyük kilit noktası olan köprülere değinmişken Ponte dei Sospiri’den yani Ahlar Köprüsü’nden bahsetmesek olmaz. Eski esirlerin idam edilmeden ya da mahkûm edilmeden önce gördükleri en son manzara olma özelliğini taşıyan bu köprünün mimari yapısı söz konusu esirlerin yaşadığı hissiyatla bir nebze olsun bağ kurabilmenizi sağlıyor gerçekten. Köprünün Lord Byron tarafından verilen mevcut adındaki iç çekme, ah etme gibi anlamlara gelen "sospiri" ifadesinin ne kadar da manidar olduğunu anlayabiliyorsunuz. Hatta Venedik’te Ölüm daha çok sanatçı buhranlarının kompleks çıkmazını yansıtsa da bana kitaptan bazı cümleleri tam da köprünün üzerindeyken hatırlattı. Hep bir olmamışlığı, sıkıntılı halet-i ruhiyeyi kafanıza balyoz gibi indiren cinsten bir etkiye sahip bu yapı.

Fakat insan kalabalığı, güneşli bir gün bu hislerden hemen kurtulmanızı sağlıyor. Yaygın inanışa göre de sevgililerin gün batımı esnasında köprünün altında öpüşmeleri sonsuza kadar birlikte olacaklarına rivayet ediliyor. Ne kadar doğru olup olmadığını yaşayıp görmek lazım fakat romantizmden daha ziyade bana burukluk hissiyatını yaşattı çoğu zaman Venedik.

Venedik’e kadar gelmişken gondol sefası yapmadan dönmeden olmaz deyip şehrin birçok noktasından hizmet veren gondollardan birine atıverdik kendimizi. Yine Rialto Köprüsü’ne oldukça yakın bir kısımdan startını verdiğimiz tur için 80 Euro ödedik. Ve öğrendiğimize göre en fazla 5 kişilik gruplar halinde yine aynı fiyat karşılığında yarım saat süresince bu turları gerçekleştirebiliyorsunuz. Fakat ben daha fazla zevk alınabileceği kanısına vardığımdan en fazla ikişerli gruplar halinde bu deneyimi yaşamanızı tavsiye ederim. Sevgilisiyle gidenler için biçilmiş kaftan olduğunu söylememe gerek yoktur herhalde. Şehrin kalabalığından bir anlık da olsa uzaklaşıp daha net bir şekilde Venedik’le kendinizi bütünleştirme şansı veriyor bu gondol turları.
Hatta diğer gondollarda bulunan insanlarla karşılaştıkça minik sohbetler yapma ve şansınız yaver giderse güler yüzlü bir gondolcu beyefendiye denk gelirseniz gülmekten karnınıza ağrılar girerek bu hoş turu sonlandırabilirsiniz. Bahsi geçen bu gondolcu beyefendiler aynı zamanda önünden geçtiğiniz yapılar hakkında küçük bilgiler de vermekten geri kalmıyor. Bize baya kafa bir gondolcu arkadaş denk geldi aslında. Hatta kendilerine bu işi yaparken "barcarolle" haricinde özellikle söyledikleri bir şarkıları olup olmadığını sorduğumda tam bir Avrupalı statikliğiyle onun için şu kadar ödeme yapmanız gerekiyor minvalinde açıklamalar yaptı.
Gondol turu fazla turistik bir aktivite olsa da Venedik’te yapılacaklar listesine kesinlikle eklenmeli! Ama siz ödemeyi yaptıktan sonra anında Ciao, Ciao diyebilirler hadi artık gidin diye. Bizim buradaki şark kurnazlığının Avrupa versiyonu. Ona takılmayın pek :) Bir de muhakkak pazarlık yapmayı deneyin. O konuda biraz boşluğumuza denk geldi bizim. Artık bir dahakine :)

Venedik söz konusu olduğunda envai çeşit, olağanüstü tasarımlı, rengârenk, cıvıl cıvıl maskelerden bahsetmemek olmaz. Aralarında uçurum olduğunu fark etmekte pek de zorlanmayacağınız fiyat aralığında bulunan bu maskeler, hem anı mahiyetinde satın almak isteyeceğiniz hem de daha artistik amaçlara hizmet etmesini isteyebileceğiniz cinsten versiyonlarıyla birlikte ciddi bir seçenek sunuyor. Ama etiketteki ibarelere dikkat etmekte fayda var. Çünkü çok ucuz maliyetli ürünün "Made in China" ibaresi taşıması muhtemel. 3 Euro ila 1000 Euro arasında değişen fiyatlarda bulabileceğiniz bu maskeleri zamanlama konusunda bir sorununuz olmaması halinde Venedik Karnavalı’nda kullanarak arz-ı endam edebilirsiniz. Bu meşhur maskeleri uygun kıyafetlerle kombin edip insanların dikkatini çekmek isteyen birçok sokak sanatçısıyla da özellikle St. Marco meydanında karşılaşabilirsiniz.

Vatikan’ın dominant etkisini İtalya’nın tıpkı diğer şehirlerinde olduğu gibi Venedik sokaklarında da görebiliyorsunuz. Kilise ve katedral gibi mabetlere girebilmeniz için "dress code" kurallarına uymak zorunda kalabiliyorsunuz. Konservatif bir Hıristiyan’la es kaza karşılaşırsanız fazlasıyla katı olabileceğini göz önünde bulundurmanızda fayda var. Biz mesela böyle bir tiple karşılaştık. Bu yüzden konservatif insanları gerçekten sevmediğimi bir kez daha fark ettim. Ve yobazlığın hiçbir şekilde kültürü ya da dini olmadığına bu vesileyle bir kez daha kanaat getirdim. Bence insanlar mabet yerlerine (her dine özgü olanlardan bahsediyorum elbette) çok da abartmadıkları sürece diledikleri kıyafetlerle girebilmeliler.
Bunu saygısızlık olarak addeden kafayı gerçekten anlamsız buluyorum. Sadece mimari kaygılarla da insanlar katedralleri, camileri, kiliseleri ziyaret edebilmeliler. Kimseden nüdizmin neferi olmasını beklemiyorum ama bu kadar katı ve konservatif olmanın da bir esprisi yok gerçekten. Hatta St. Marco’ya geçmeden önce yaşlı bir İtalyan’la bu yüzden münakaşa yaşadım diyebilirim. Şortuma gözlerini dikmiş bir şekilde –ki orası onun bakış açısına göre bir mabet niteliği dahi taşımıyor- İtalyanca bir şeyler geveleyip duruyordu ağzında. İngilizce iletişime geçmeye çalıştım fakat hiçbir şekilde anlaşamadık. Daha sonra yanında bulunan başka bir beyefendiye derdinin ne olduğunu sorduğumda aldırma ona kendisi delidir şeklinde yanıt verdi :) Muhtemelen nahoş şeyler söylediği için böyle bir yanıt verme ihtiyacı duydu. Ağustos ayında sıcağın ortasında ne giymemi bekliyordu acaba gerçekten merak ediyorum :) Konumuza geri dönecek olursak hem turist olarak hem de lokal olarak keşfetme şansınızın olduğu bu şehir, kaybolmaktan büyük keyif alan bünyeler için birebir. Tam bir labirent anlayışıyla kurulmuş, eskiden denizcilikle günümüzde ise nispeten romantizmle anılan bu sular altında kalmakta beis görmeyen şehir, sokaklarında kaybolmak üzere kucağını açmış sizleri bekliyor. Bütün yollar Roma’ya çıksa da Venedik’teki sokaklar müthiş bir levhalandırma sistemi sayesinde muhakkak St. Marco’ya ya da Gallerie dell’Accademia’ya çıkıyor. Minicik bir yön duygunuzun olması bile böyle bir deneyimi yaşamanız için yeterli.

Bana kalırsa Venedik için ayrılacak zaman dilimi en fazla 2 gün olmalı. İlk gün eşsizliğiyle insanı büyülese de mahsur kalmış olma mefhumunu ileriki günlerde yaşatabilir diye düşünüyorum ki bu pek bana göre değil açıkçası.

Çoğunlukla Floransa, Milano ve Roma gibi güzergahların arasına eklenen bu eşsiz şehir, sırf uğruna yazılan kitapların etkisini dokunarak, hissederek yaşamak adına bile görülmeye değecek nitelikte bir destinasyon. Thomas Mann’ın da dediği gibi: "Çünkü insan insanı, hakkında bir yargıda bulunamadığı sürece sever, yüceltir; özlem, eksik tanımanın bir sonucudur." Belki de iz bıraktığımız şehirler de bu cümleye dâhil edilebilir. Kim bilir? 

Minik not: İtalyanları gömüp durdum yukarıdaki söylemlerimde ama bozuk bir food machine'den su almamız için bize yardımcı olmaya çalışan dünyalar tatlısı bir kadınla tanıştık. Fakat dil handikabı nedeniyle iletişime geçemedik bir türlü maalesef zira o İngilizce ve Fransızca kontak kuramıyordu biz ise İtalyanca :) Yine de nezaketin lisanı olmuyor tabii. Öperim buralardan kendisini! :) 







7 Nisan 2016 Perşembe

ASMALIMESCİT’E TAZE KAN: 5 COCKTAILS & MORE

Alex’in Yeri, Finn Karaköy, Lucca gibi cocktail bar konseptinin başını çeken mekanların yanına kısa süre önce bir yenisi daha eklendi. Eski Lokal’in olduğu yere konumlanan 5 Cocktails & More, dekorasyonundaki minimal çizgileri sayesinde kapıdan girer girmez sizi kendine çekiyor. Böylelikle taptaze meyve sularıyla alkolün birleşiminden doğan hazzı sevenler olarak yepyeni bir alternatife de göz kırpmış oluyorsunuz. Bar bölümündeki rengarenk ve envai çeşitteki alkol şişeleri ve barın üzerine konumlanan sevimli ikonik aksesuarlar sıcacık bir atmosferle kaynaşmanızı sağlamakla birlikte gerçekten evinizdeymiş gibi bir hissiyata bürünmenizi kaçınılmaz kılıyor.

Dekorasyonun sizi tavlamasıyla birlikte gözleriniz bir anlamda doyum noktasına ulaşsa da kokteyllerin ihtiva ettiği tadım duygusunun lezizliği daha mühim bir konu haline geliyor pek tabii. Kokteyl söz konusu olduğunda sert ve ekşi tatları seven bir insan olarak mekanın diğer ikonik aksesuarlarından biri olan Pink Alexander tablosuna da hayat veren bol chilli soslu Pink Alexander’ı deniyorum ilk olarak. Ve gerçekten en az düşündüğüm kadar lezizlikte bir kokteylle karşılaşıyorum ki diğer seçenekler arasında hala favorim olmaya devam ediyor. Yine acı ve ekşi tatları tercih eden biri olarak ikinci favorimin Cursed Vespucci olduğunu söylemeliyim. Mango püresi ve chilli sosla yakalanan mükemmel uyum beni fazlasıyla tatmin ediyor. Yoğun jalapeno tadının hakim olduğu bir diğer ekşi seçenek ise Like It or Not oluyor benim için. Tatlılık oranı daha yüksek olan kokteyllere şans vermek isteyenlere ise fresh kokteyl tanımının hakkını veren Tropical Threesome’u, papatyanın ağızda bıraktığı farklı notaları merak edenlere Daisy Martini’yi ve klasik rom tadını hali hazırda sevenlere ise Incredible Rum’u tavsiye edebilirim. Zaten menüye baktığınızda seçenekler arasında kişiye özel haute couture kokteyllerin de yer aldığını göreceksiniz. Tamamen size özel bir kokteyl tatmak isterseniz birçok alkol seçeneği sizleri bekliyor olacak. Hatta Serhat İleri’nin Aperitivo di Rosmarino adlı kokteyli ile DBC Masters’da finale kalan 10 kokteylden birinin yaratıcısı olduğunu da belirtmem lazım.

Pink Alexander'a karşı Pink Alexander içmek :)
Kapılarını yeni açmış her mekanın sunduğu tatların, hizmetlerin yanı sıra size sunum yapan kişilerin tavrı ve güler yüzlülüğü de büyük önem taşır. Bu yüzden bartender arkadaşların gelen herkesle azami şekilde ilgilendiğini söylemek isterim. Öncelikle hal hatır sorup daha sonra nasıl bir damak zevkinizin olduğunu öğrenerek o yönde önerilerde bulunmaları çok takdire şayan. Hiçbir şekilde snob bir tavra sahip değiller ve mümkün olduğunca size uygun kokteylleri bulmak için yardımcı oluyorlar. Ve birkaç kez gittiğinizde sevmediğiniz alkol içeriklerini belirttiğinizde (mesela ben kesinlikle votkadan haz etmiyorum) muhakkak hatırlıyor ve dikkate alıyorlar ki bu bence müşteri olarak memnun kalmanızı sağlayan en önemli faktörü oluşturuyor. Umarım bu çizgilerini kaybetmezler. Sanırım bunda uzun yıllardır eğlence sektöründe olan Oben Budak ile Alexander Koko’nun etkisi büyük.

Çalınan müziklerin sizi rahatsız etmeyecek düzeyde olması ve zevkli içeriklerden oluşması da büyük bir artı. Hafta sonlarını biraz es geçiyorum elbette. Cumartesi günü özellikle müziğin volume’ü doğal olarak artıyor. Ama ben daha çok iş çıkışı kokteyl yudumlamalık, keyifli sohbet etmelik halini sevdim sanırım. Yine de uzun Cumartesi gecelerini başlatmak için güzel bir alternatif. Asmalımescit civarına böylesine taze bir kanın gelmiş olması da biz kokteyl severler için sevindirici bir durum. Mutlaka gidilesi ve müdavimi olunası!










22 Ekim 2015 Perşembe

İSTANBUL COFFEE FESTIVAL @HAYDARPAŞA GARI // 22.10.2015


Aylardır beklediğimiz İstanbul Coffee Festival, dün itibariyle Haydarpaşa Garı’nda startını verdi. Hem en son Puma Next Starts Now bahanesiyle uğradığım Haydarpaşa Garı’yla hasbıhal edecek hem de kafein komasına girmek için sağlam bir bahanem olacaktı. Her ne kadar büyük bir kahve fanı olmasam da kendime özgü bir damak tadım elbette mevcut. Başlangıç noktası olarak da 1. peronu kendime hedef bilip yola koyuluyorum marş marş!

Kurulan standlar o kadar cezbedici ki sample olarak verilen ikramlardan bir onu alayım dur bir de diğerini alayım diye diye yürüyüşümün tadını çıkararak kendimi cookie’lerin, bisküvilerin, çikolataların kollarına atmakta bir beis görmedim. Normalde de favorim olan İsveç markalı zencefilli Anna’s Ginger Thins’ten bir tane atıveriyorum mideme ve çantama. İsviçre'nin bağrından kopup gelen Lindt marka çikolatalardan da tadımlık alıp bir an şeker komasına giriyorum sanıyorum. Ama telaşa mahal yok! Tatlı olan her şeye bayılırım! :)

Haydarpaşa Garı’nın girişinde ve festival boyunca da muhtemelen en dikkat çeken stant sanırım sosyal medyada baya sükse yapan Breaking Bad konseptli Walter’s Coffee Roastery oluyor. Henüz gitme fırsatını yakalayamadığım için bu festival sayesinde ekibi yakalamış olmama baya seviniyorum bir an. Fakat uzun soluklu bir gözlem yapmaksızın bir daha geri dönmek üzere standdaa çok da fazla vakit geçirmemeye çalışıyorum. En azından o anda öyle olmasını planlıyorum. Başıma saplanacak koca bir baş ağrısı henüz yakın planlarım içerisinde yoktu tabii o esnada. Her neyse. Malumunuz yabancı basında da fazlasıyla geniş bir yer bulan Walter’s Coffee Roastery’nin kickstarter üzerinden desteklerimizi beklediğini söylemesek olmaz (https://www.kickstarter.com/projects/walterscoffee/breakingbad-inspired-coffee-lab-walters-coffee-roa).

Şans kurabiyeleri ile herkesin dikkatini çekmekte pek de zorlanmayan bir diğer stant da Forfun Şanslı Kurabiye’ye aitti. İçinde ihtiva ettiği manilerden kendi payıma düşenler pek motive edici olmasa da çalışanlar çok yardımcı ve şeker insanlardı. Benim favorim ise vanilyaya nazaran çilekli kurabiyecikler oldu. Çileğe karşı koyamamamın da bu tercihim üzerinde büyük bir etkisi var pek tabii :) Bayabilitesi olmayan bir karışıma sahip olduğu için şekerli kahveleri tercih etmeyen benim gibi insanlar için tam bir kahve dostu bu fortune kurabiyeler! 

Geleneksel Türk kahvesi denilince ilk akla gelen marka olma konusunda baya avantajlı olan Kuru Kahveci Mehmet Efendi’ye de uğramadan geçmiyorum. Hem Türk kahvesini çok sevdiğimden hem de kendilerine özel bir vagon tahsis ettiklerinden olsa gerek direkt kendimi vagonda otururken buluveriyorum. Yoğunluk sebebiyle kahveler Türk kahvesinin ruhuna pek ters düşen şekilde makineler aracılığıyla hazırlanıyordu. O yüzden bu haliyle tadını çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim. Yine de double espresso’nun ardından içtiğim orta şekerli Türk kahvesinin baş ağrıma bir nebze olsun iyi gelmesi çok işime yaradı doğrusu. Ayrıca festival katılımcılarına bir adet fincan hediye etmekten de geri kalmadılar. Tam bir İstanbul beyefendisi olduğunu ele veren diksiyonu ve outfit’i ile kendisinin tabiri ile "genç bir hanım" olmam nedeniyle sırasını bana verme nezaketinde bulunan bey amcaya da buradan selam ederim :)

Festival kapsamında kahvenin yanı sıra organik ürün, yiyecek ve içecek satan birçok stant da mevcuttu. Minik su yeşili arabasıyla dikkat çeken Plus Kitchen ile özellikle detoks ürünleri ile dikkat çeken Aradolu beni tavlayanlar arasındaydı. Aradolu’ya ait JUICO Yeşil’i denedim ve tam bir salata delisi olarak tadını baya sevdim. Ayrıca ikram ettikleri bir diğer ürün olan haşhaşlı meyveli küpçükler de pek nefisti. Ürünlerini sundukları arabayı eve alıp götürme isteği bünyemde vücut bulmadı da değil hani. Naan Bakeshop’u da es geçmek istemem. Ürünleri çok leziz gözüküyordu fakat hamur işine bir süre ara vermeliydim. Kendime verdiğim sözü kısmen tuttum ama kurabiyelere ve çikolatalara karşı koyamadım. Pişman değilim.

Standlar arasında dolaşırken birçok sergiyi gezme şansım da oldu. Duvara yansıtılmış illüstrasyon eşliğinde Haydarpaşa Garı’na ait bir tuvalin yer aldığı vagon ve yine hemen aynı tren hattı üzerinde bulunan, birçok resmi bünyesinde bulunduran vagon baya keyifli zaman geçirmeme neden oldu. 1. peronun sonunda da workshop’lar gerçekleştiriliyordu. Kapasiteyle sınırlı olmakla birlikte bu workshop’lara katılma şansınız da mevcuttu. Fakat o denli bir kahve aşığı olmadığımdan bu kısmı gönül rahatlığıyla pas geçtim. Ama kendisini 3. dalga kahvesi konusunda geliştirmek isteyenler için çok güzel bir seçenek. 

Festival bünyesinde düzenlenen yarışma alanında ise hummalı bir hazırlık süreci mevcuttu. Çok kalabalık olmaması festivale bir es vermek için güzel bir seçenek olabilirdi fakat Eva Simons ft. Konshens teklisi Policeman’i duyar duymaz arkama bile bakmadan kaçtım resmen :) Hazır müzik demişken festivalin katılımcılarından biri olan Babylon da elini boş tutmayıp güzel kahvelere eşlik edecek güzel müzikler de biz festival severleri tebessüm ettirdi. Karanlık yavaştan çökerken tatlı tatlı da yağmur yağarken güzel insanlarla güzel müzik dinlemek de her daim sevdiğim şeyler arasında yer almıştır. Fakat heyhat o baş ağrısı yok mu? Saatlerdir yakamı bırakmamıştı. Son bir atak olarak Kronoptop standında şansımı deneyerek baş ağrısına çözüm üretmeye çalışıyorum. Ağrı kesicimin olmaması büyük bir handikap oluyor benim için. Acılık oranı tam kıvamında olan bir Americano beni bir nebze olsun rahatlatıyor. Barista arkadaşa nasıl teşekkür ettiysem artık o da rica edip durdu :) Sırada en fazla beklediğim yer de yine Kronoptop’a ait stant oluyor. Bu kısmı es geçip bir yandan da farklı Türk kahvesi pişirme tekniğiyle meşgul olan diğer bir barista arkadaşa gözüm ilişiyor. Hiçbir ağrı merakımı gideremezdi, gidermemeliydi. Yeterince kahve içtiğime dair sinyali veren kalbim ise beni bu zevki tatmaktan mahrum bırakmıştı. Alacağı olsundu. Ühü.

Artık baş ağrımın dayanılmaz boyuta gelmesi nedeniyle gitme vaktimin geldiğini hissederek çıkışa doğru ilerliyorum fakat hemen garın girişine konumlanmış Starbucks’ın cupart çalışmalarına ve Milk Gallery & Design Store gibi aşina olduğumuz oluşumlara ait sıra sıra dizili tablolara gözüm ilişiveriyor. Yeterince incelediğime kanaat getirip bir başka kafein bayramını beklemek üzere evime doğru yol alıyorum. Home sweet home <3
















KISA KISA...

·   Tam bir masai savaşçısına bürünen Kenya’lı katılımcı, yerel kıyafeti dolayısıyla festivalin en dikkat çekici ismiydi herhalde. Fazlasıyla uzun boylu olması (ki burada mübalağa yoktur) ve cana yakın olması herkeste bir hadi fotoğraf çektirelim havası yaratıyordu. Kendisiyle ayaküstü sohbet etme şansı buldum. İstanbul’un mood’unu çok sevdiğini fakat festival sonrası İstanbul’u turlama şansı olmadığını söyledi. Türkiye’ye ilk kez gelmesine karşın baya sevdiğini ve ismini şu an hatırlayamadığım markanın bir nevi temsilcisi olarak Türkiye’yi ziyaret ettiğini söylemekten de geri kalmadı. Baya eğlenceli birine benziyordu. Tam Nayah’a götürmelik :) Festivalin en renkli simasıydı bence.
·    160.000 kahve çekirdeği kullanılarak 6 günde 6 kişi tarafından tamamlanan coffee art öğesi araba ise baya popülerdi. Tamamen el yapımı olan bu çalışma (ki ben bu konuda Drita Nalsela’nın yalancısıyım :p) benim pek de ilgimi çekmedi ama emeğe karşı saygımız sonsuz tabii :)
·   Festivale katılan bütün markaların irili ufaklı bütün çalışanları (özellikle baristalar), ayaküstü tanışma şansı yakaladığım diğer katılımcılar, görevli herkes inanılmaz güler yüzlü ve tatlıydı. Normalde herhangi bir festivale gittiğimde muhakkak bir terslik gelip beni bulurdu fakat bu sefer herkes çok cana yakın geldi bana. Ya da ben denk gelmedim. Bundan da fazlasıyla memnunum.
·    Garın kendisine ait restoran baya eğlenceli gözüküyordu. Kahveden ziyade rakı içmeyi tercih ederdim ama rakıyı aheste aheste içmeyi sevdiğim için festivali keşfetmek daha cezbedici geldi.
·     Festival ile sevmediğim tek nokta ise herhangi bir ambülansın ya da mobil bir revirin olmamasıydı. Ya da ben göremedim. Şayet ben göremediysem kendimi itinayla kınıyorum :p Fakat ola ki bununla ilgili herhangi bir girişimde bulunmadıysa da festival ekibini kınıyorum :) Tamam sonuçta gece kalmalı bir müzik festivali değil belki ama şiddetli bir baş ağrısının bile o anki atmosferden biz nebze olsun keyif almamanızı sağlaması çok nahoş bir durum.
·     Envai çeşit isteğin dile getirildiği dilek ağacı, yine kahve bardaklarının asılı olarak sergilendiği ve yaratıcılığınıza kalmış bir şekilde renklendirdiğiniz yapay bir ağaç ve her festivalin olmazsa olmazı olan photo booth da biz katılımcıların ilgi gösterdiği noktalardandı.
·     Katılımcıların eski usul bir kahve değirmenini kullanan (hatta Drita Nalsela da el atmış bu duruma fakat ben instagram’dan görme şansını yakalayabildim sadece. Sanırım bu olay festivalin 1. gününün 1. seansında gerçekleşti.) profesyonel kahvecileri de görebilme şansı oldu.
·      Son olarak ise Blogger’ları davet etme nezaketini gösteren festival ekibine de teşekkür ederim :)